40 yaşında erkek arkadaşlar o akşam nerede yemek yiyeceklerini tartışıyorlarmış. Sonunda Gausthof zum Lowen lokantasında buluşmaya karar vermişler, nedenleri Helga adlı garsonun mini etek giymesi ve bacaklarının çok güzel olmasıymış.
10 yıl sonra, 50 yaşına geldiklerinde aynı konuyu tartışmışlar ve Gausthof zum Lowen lokantasında buluşmaya karar vermişler, nedenleri lokantanın yemeklerinin güzel ve zengin bir şarap kavına sahip olmasıymış.
10 yıl sonra, 60 yaşına geldiklerinde aynı konuyu tartışmışlar ve Gausthof zum Lowen lokantasında buluşmaya karar vermişler, nedenleri lokantanın sessiz ve sakin olmasıymış.
10 yıl sonra, 70 yaşına geldiklerinde aynı konuyu tartışmışlar ve Gausthof zum Lowen lokantasında buluşmaya karar vermişler, nedenleri lokantanın tekerlekli sandalyeler için uygun olması ve asansörünün bulunmasıymış.
Bir 10 yıl daha geçmiş, 80 yaşına gelmiş ve tekrar buluşup yemek yemeye karar verdiklerinde yine Gausthof zum Lowen lokantasında buluşmaya karar vermişler, bu kez nedenleri lokantaya daha 0nce hiç gitmedikleri ve yeni bir mekan tanıma arzularıymış.
80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile 0nu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı . Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: 'Bu ne oğlum?'Oğlu şaşkın, cevapladı: 'o bir karga baba.'Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: 'Bu ne oğlum?'Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: 'Baba, o bir karga'Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine 0nlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: 'Bu ne?'Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: 'O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?'Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: 'Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır 0nun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?'Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa 0nun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da 0na sevgiyle sarılarak, 0nun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! 0nun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.'
Oğlunun yerinde olmak istemezdim. Nasıl bir özür diler ki insan? Hadi babası affedecek diyelim, o evlat kendisini nasıl affedebilecek ki? Kalbi kırılan mı, kalp kıran mı daha çok acı çeker sorusuna yanıt ikincisi sanırım..
Annelik ve Babalık..İşte sabır ve sevgi göstermenin en güzel yeri...Onlarda anne ve baba oldularında anlayacaklar:))Teşekkürler..(Bu ne diye sorulan sorulara değil 23 belki de 1123 kere cevap verdiğimizden eminim:)
Linke tıklayınız : VE unutmayınız lütfen... İnsanlara iyi davranmanın hiçbir maliyeti yoktur. Sevgiyle sarılın birbirinize. .umutla bakın yarınlarınıza...
http://www.godtube. com/view_ video.php? viewkey=8cf08fac a5dd9ea45513
Bazı arkadaşlarınız zaaflarınızı öğrenmeye çalışır, bulur ve kullanır..
Bazı arkadaşlarınız da zevklerinizi tespit eder, 0nlara hitap etmeye uğraşır.
Bazı arkadaşlarınız zayıflıklarınızı görür basınıza vurur...
Bazı arkadaşlarınız da zayıflıklarınızı bilir, örtmeye çalışır…
Bazı arkadaşlarınız hazlarınızı kullanarak, sizden menfaat bekler…
Bazı arkadaşlarınız da hazlarınızı öğrenerek sizi memnun etmeye kalkışır.
Bazı arkadaşlarınız ayağınız taşa değdiğinde sızı terk eder…
Bazı arkadaşlarınız da ayağınıza diken batsa yüreğinden kan damlar…
Bazı arkadaşlarınız cebinize yakındır…
Bazı arkadaşlarınız da yüreğinize…
Bazı arkadaşlarınız sizi ortak olduğunuz her amaçta ikinci görmek ister…
Bazı arkadaşlarınız ise omuzlarına çıkarır, ikinciniz olmaktan şeref duyar…
Bazı arkadaşlarınız sıkıntınız sorununuz olmadığında yanınızdadır.
Bazı arkadaşlarınız sıkıntılarınızı paylaşmaya koşar.
Bazı arkadaşlarınızla sofrayı paylaşırsınız…
Bazı arkadaşlarınızla kavgayı…
Birinciler arkadaştır, ikinciler ise dost…
Ve bilir mısınız, her zaman birincileri tercih eder, ikincileri aşağılarız…
Ve bilir mısınız, o yüzden hakiki dostluk yok denecek kadar az olur....
İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği; birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.
Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.
Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarı fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.
Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi. Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.
Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:
"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."
Gerçek bir güzin abla hikayesi. Canım Ablacım,Haluk'la birbirimizi görür görmez aşık olduk.. Haluk hem yakışıklı birçocuk, hem de kırmızı Bemeve'si var. Beni ailesiyle tanıştırmak için evinegötürdü. Fakat evde kimsecikler yoktu."Simdi gelirler, beklerken birer bardak kola içelim" dedi.Haluk kendi kolasını içer içmez uyumaya başladı.O kadar itip kaktım ama uyanmadı. Ablacım, sevdiğim erkek acaba hasta filan mı?
Evlenmemde bir mani var mi?Rumuz:BedriyeGüzin ablanın cevabı:"Benim Sevgili Yavrum, Anan seni Kadir gecesi doğurmuş....."
http://www.tolunay.com/iqtest/index.html
Bayıldım.:))
Stalin en sadist cinayetlerini planladığı çalışma odasına yakin dostlarınıtoplamış sohbet ediyordu.Votka şişelerinin biri gidip, diğeri geliyordu. Kafalar iyice dumanlanmıştı. Stalin kan çanağına dönmüş gözlerini etrafında dalkavukluk yarışına girmiş adamlarına çevirerek sordu:- Saçını ihtilalde, halk içinde, devlet yönetiminde, bürokraside ağartmışdostlarım... Söyleyin bakalım halkın yönetime baş eğmesi, kayıtsız şartsız itaat etmesiiçin yöneticiler ne yapmalı, nasıl davranmalıdır?Her dumanlı kafadan bir ses çıktı..Kimisi adaletten, haktan söz etti.. Kimisi demokrasiden....Kimisi sürgünden, sehpadan, hapisten...Kitlesel cinayetlerin deha çapındaki katili Stalin, beğenmedi adamlarınınizahatlarını...Bir kadeh daha votka çekerek şöyle dedi: - Yönetimi eline geçiren hükümdarın Tanrıdan pek farkı yoktur! Halkınkarşınızda baş eğip durması için ne yapmanız gerektiğini durun da subeyinsiz kafalarınıza çivi gibi çakayım...Hemen hizmetçileri çagırıp emretti.- Çabuk bana bir tavuk getirin...Aceleyle bir tavuk kapıp getirdi adamları...Stalin, kafaları iyice dumanlanmış adamlarının gözleri önünde başladı canlı canlı tüylerini yolmaya tavuğun,...Bütün tüyleri yolunup cascavlak kalan tavuğu odanın ortasına salıverdi,lider... - Şimdi izleyin bakalım nereye gidecek bu şaşkın tavuk...Zavallı tavuk bu azaptan kaçıp kurtulayım diye aralık kapıdan dişarı canını atayım diyor, soğuktan tir tir titriyor...Masaların altına giriyor,köşeli masa ayakları canını yakıyor...Duvar diplerine koşuyor teleksiz,tüysüz kanatları yara bere içinde kalıyor...Şömineye yaklaşıyor tüysüz derisi kavruluyor...Çaresiz, tüylerini yolan Stalin'in bacakları arasına saklanıp, sığınıyor...O zaman Stalin, cebinden bir avuç yem çıkarıp önüne tane tane atıveriyoryolunmuş tavuğun...Yemlenen tavuk, Stalin nereye yönelse peşinden koşuveriyor..Ağızları bir karış açık kalan dostlarına bakıp, pos bıyıklarının atındangülerek şöyle diyor Stalin:- Gördünüz mü, Halk dediğiniz topluluk bu tavuk gibidir.Tüylerini yolup alve serbest bırak... O zaman yönetmek kolay olur...Stalin'in sofra dostları hayretler içinde kalıp " Vay anasınıbirader...Adamdaki akıla bak..." diye başlarını salladılar... Bu gerçekten olmuş mu, yoksa uydurulmuş bir öykü mü bilmem. Ancak"Stalin'in Tavuğu" diye bir tabir var...Bu tabire uyan nice halk, niceyönetici görmedik mi biz de su kisacık hayatımızda... Hele de, tüylerimiz yolundukça AB liderlerinin bacakları arasına girip,ara sıra önümüze serpiştirdikleri yemlerin peşinden koştukça...Aklıma hep bu hikaye geliyor! ! !
"O kadar mutluyum ki, utanıyorum" Voltaire
Fransız düşünürü Voltaire (1694-1778), neredeyse bütün hayatı boyunca ya hastaydı ya hastalık hastası.
41 yaşında bir arkadaşına yazdığı mektupta "gene" hastalandığından şikâyet etti ve "Birkaç yıllık ömrüm kaldı" dedi.
Voltaire, bu mektubu bitirdikten 43 yıl sonra öldü.
Her Allah'ın günü bir şeyin kanser yaptığı veya kansere iyi geldiğinin açıklandığı bir dünyada yaşıyoruz.
Sıska, sıkı ve sağlıklı yaşamak neredeyse din haline geldi.
Voltaire, kolesterol, trigliserit, AIDS ve kuş gribinin bilinmediği çağların adamıdır.
Bir şeyleri doğru yapmış olmalıydı ki, insanların genellikle kırkına gelmeden öldüğü 0n sekizinci yüzyılda, 84 yaşına kadar yaşadı ve bir daha kalkmamak üzere yatağa düşünceye kadar aktif bir hayat sürdü.
Voltaire'in uzun ömrünün sırrı ne olabilir?
Uzun yıllar düşünür için sekreter ve uşak karışımı bir şey olan Sebastien Longcahmps, Voltaire'in hep
"İnsanın sağlığı tamamen kendi ellerindedir" dediğini yazdı.
"Bunun üç temel ayağı var derdi: ayıklık, her şeyde ölçülü olmak ve hafif egzersiz yapmak. Kaza dışında, insanın başına gelen bütün hastalıklarda bizi sağlıklı halimize iade etmeye uğraşan doğaya yardımcı olmak yeter.
İnsan aşağı yukarı her zaman diyetinde sıkı olmalı, uygun ve sürekli sıvı almalı ve hep basit şeyler yemelidir.
Yanında bulunduğum süre içinde 0nu hep bunları yapar gördüm."
Uzun ömrün sırrı
Bunlar büyük bir sır değil aslında. Her şeyde ölçülü olmak aklı başında her insanın uyguladığı bir prensiptir.
Bence Voltaire'in uzun ömrünün sırrı vücudunda değil kişiliğindedir.
Voltaire uzun yaşadı, çünkü mutluydu. Öğrenmeye meraklıydı ve müthiş zengin olmasına rağmen, bir dakikasını boşa harcamadı. Ölmeye vakti yoktu.
Binlerce mektup, yüzlerce sahne oyunu, kitap, makale yazdı.
Saray yavrusu evinde her zaman misafir vardı.
"Ben Avrupa'nın hancıbaşısıyım" dedirtecek kadar.
Adaletsizliğe hiç tahammülü yoktu. İlkel Fransız yargısının hışmına uğramış insanları kurtarmak için, tek başına, tarihe geçmiş kampanyalar yürüttü.
İnsanların hakları olmayan bir dönemde insan hakları için mücadele etti.
Kiliseyle ve bağnaz rahiplerle yaşam boyu dalga geçti.
Ölüm döşeğinde papazlar 0nu pişmanlık getirmeye, şeytanı lanetlemeye davet ettiklerinde "Şimdi yeni bir düşman kazanmanın zamanı değil" dedi.
Seksle başı pek hoş değildi.Bence, Voltaire'in en büyük özelliği yaşamdan zevk almasıydı. "O kadar mutluyum ki utanıyorum" diye itiraf etti bir arkadaşına.
"Ben neredeysem dünya cenneti oradadır" dedi.
Son bir şey daha var, 0nu unutmayayım.
Hiç evlenmedi.
Bir gün bir kral , ama halk ı tarafından sevilen bir bilge kral, huzuru en güzel resmedecek sanat ıya büyük bir ödül vereceğini ilan etti. Yarışmaya çok sayı da sanatçı katıldı. Günlerce çalışıldı, birbirinden güzel resimler yapıldı . Sonunda eserleri saraya teslim ettiler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlandı. Ama birini seçmesi için karar vermesi gerekliydi. Resimlerden birisinde sakin bir göl vardı. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktaydı.
Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı. Resme kim baktı ise 0nun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düş ünüyordu.
Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar.
Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek
çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu görünmüyordu. Fakat kral resme daha dikkatli
bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş